MOĞOL İMPARATORLUĞU

Dilleri Altay dil ailesinden Mançu-Tunguzca, Türkçe ve Korece ile gramer ve kelime bakımından ilişkili bulunan Moğollar’ın menşei (İslâm kaynaklarında Tatarlar) ve VI. yüzyıldan önceki tarihleri oldukça karanlıktır. Moğol adı, kaynaklarda ilk defa VII. yüzyılda T’ang sülâlesi resmî tarihleri Chiu T’angshu ve Hsin T’angshu’da “Mêng-wu” ve “Mêng-wa” şeklinde Proto-Moğol Shih-wei kabile grupları arasında önemsiz küçük bir kabile ismi şeklinde geçer; devlet ve hânedan adı olarak kullanılması Cengiz Han zamanında, millet adı olarak kullanılması ise çok daha sonra gerçekleşmiştir. Arkeolojik kazılardan elde edilen bilgilere göre Moğol asıllı kabileler, daha milâttan önce II. binyıldan itibaren Türk menşeli kabilelerin doğusunda yer almakta ve Tula nehrinin kaynakları her iki ırk arasında sınır teşkil etmekteydi. Bu dönemde Moğollar, Tula nehrinin kaynaklarından Mançurya’nın batı ve güneybatısına kadar yayılmışlardı. Hunlar’dan itibaren Moğollar ile Türkler arasındaki temasların sıklaştığı görülmektedir. Büyük Hun Devleti’nin yıkılmasının ardından Asya’da ortaya çıkan güç boşluğu, III. yüzyılın başlarından VI. yüzyılın ortalarına kadar Moğol asıllı Hsienpi ve Juanjuanlar tarafından doldurulmuştur. VI. yüzyılın ortalarından itibaren önce Göktürk, daha sonra Uygur hâkimiyetine giren Moğollar bu dönemde Türk kültürü ve devlet geleneklerinden önemli ölçüde etkilenmişlerdir.
Moğollar denilince,Dünya tarihinde adından en çok söz edilen kişilerin başında hiç şüphesiz Çingiz (Cengiz)Han gelir. Elbette bunun birtakım sebepleri vardır. Daha çocukluğundan itibaren annesi ve kardeşleriyle beraber pek çok meşakkate göğüs geren Çingiz Han, gençliği sırasında da bugünkü Mogolistan bozkırlarında tutunabilmek için bilhassa kendi akrabası olan Mogol kabilelerine karşı bir mücadele içine girmiştir. İşte bütün bunlardan başarılı bir şekilde çıktıktan sonra o, etrafına topladığı Türkler ve bir avuç Mogol ile dünyanın en büyük devletini kurdu. Elbette kısa bir süre içerisinde böylesine güçlü bir devlet inşası ona haklı bir ün kazandırmıştır.
Cengiz Han pek çok konar göçer yaşayan Moğol ve Türk boyları ile Uygurlar gibi bazı yerleşik toplulukları tamamen hâkimiyeti altına almayı başarmıştı. Şimdi sıra uzaklardaki dış dünyaya gelmişti. Çin 13. yy’ın başlarında bölünerek, Merkez ve güney bölgeleri uzun süre Sun hanedanının idaresi altında kalmıştı. Kuzey bölgesi ise iki barbar topluluğun eline geçmişti. Kuzey doğuda yüzyıl kadar önce Cürcen tarafından kurulan C’hin (Kin) adında krallık ve kuzeybatıda Tangut (His Hsia) Kralığı vardı. Bu her üç devlette çok hassas bir denge üzerinde duruyordu.
Cengiz’e rakip diğer iki güç ise Tibet ve Kara -Hitay devleti idi. Bu büyük güçlerin arasında, kendiişleri ile uğraşan, özellikle İpek Yoluna hâkim olmaya çalışan yarı bağımsız boylar da vardı. Bu kadar geniş ve değişik bir sahada yaşayan insanların inançları da dilleri de farklı idi. Doğu’da Budizm’le karışmış İslamiyet, Konfüçyüstlük, Nasturi Hıristiyanlık ve Şamanizm belli başlı dinler ve inançlardı. Moğolca, Türkçe, Çince, Tangutça, Arapça’da en etkili kullanılan diller arasında idiler.
Bunlar bir yana Çingiz Han’ın zuhuru esnasında o zamanki Orta Asya’nın genel vaziyetinin de gayet müsait olduğunu vurgulamak gerekir. Tarih boyunca Çin’in kuzeyi ve Türkistan ’ı idare etmiş büyük Türk hanedanlarının sonu gelmiş, doğudaki Kıtanlar bölünme problemleri yaşamış, küçük küçük hanlıklar veya bölgesel yönetimler birbirleri üstünde kurmak istedikleri otorite kavgaları yüzünden neredeyse kendi kendilerini bitirmişti. Aslında Asya’nın bütün halkları bir kurtarıcının çıkıp da çevreye çeki düzen vermesini bekler vaziyetteydi. Bu sırada Orta Asya coğrafyasında gördüğümüz Türk sülalelerinden ne Turfan Uygurları, ne Kara Hanlılar, ne de Harezmşahlar Türklerin tamamını temsil kabiliyetinde değillerdi. Zaten Uygurlar ile Kırgızlar, Hun ve Kök Türk mirasını çarçur etmiş, Türklerin tarihî yurtlarını Kıtanlara bırakmışlar idi. Dolayısıyla Çingiz’in gelişi Asya’daki dağınık Türk kabileleri açısından da bir ümit ışığıydı. Her ne kadar onların bir kısmı Çingizli hâkimiyetine şiddetle direnmişlerse de, büyük bir bölümü kendiliklerinden Çingiz Han’ın tuğunun altında toplandılar. Bu yüzden Çingizli Devletinin Türklerin tarihinde çok önemli bir yerinin bulunduğunu kimse inkâr edemez.
Günümüz itibarıyla tarihçilerin pek çoğunun Çingiz Han’a tek bir pencereden bakmaları, beraberinde birtakım sıkıntıları da getiriyor. Kimisi onu Asya’nın tek kurtarıcısı, yıllar sonra Doğunun Batıya karşı üstünlüğü olarak görürken; kimi de bütün dünyada kan döken bir vahşi şeklinde tanıtıyor. Esasında o sadece yabancılara karşı şiddet uygulayan biri değildir. Yeri geldiğinde veya emirlerine uyulmadığında kendi halkı Mogolları da en ağır biçimde cezalandırmaktan geri durmamıştır. Bu durum bir tarafa Çingizli Devletinin teşekkül devresini göz önüne getirdiğimizde her şeye rağmen Doğu Avrupa’dan Çin Denizi’ne kadar uzanan uçsuz, bucaksız bozkırların en kalabalık halkı Türkler olduğu gibi, hâlâ bu topraklarda Türk izleri hâkimdi. Dolayısıyla Çingiz ve onun danışmanları da çok iyi biliyordu ki, Türkleri yanlarına almadıkları takdirde başarı kazanmaları mümkün gözükmüyordu. Hakikatte binlerce yıldır birlikte yaşayan bu insanları kaynaştırmak, onları bir sancak etrafında toplamak için herhalde bir şeyler yapılması gerektiğini düşünmüşlerdi. Belki de buna bağlı olarak; Mogollarla, Türklerin benzerliğinin ortaya konduğu, Çingiz Han’ın Oguz şeceresine dayandırılması gibi birtakım destanlar düzüldü. Herhalde 12. asra kadar ciddi kuvvetli bir siyasi yapıya erişememiş Mogollar için kendilerini Türklere yaklaştırmak en tutarlı yol idi. Öyle ise Asya’daki bütün Mogol ve Türklerin seveceği bir biçimde Çingiz’in soy kütüğünün hazırlanması lazımdı. Bu da durup-dururken olmayacağına göre, onlar Türklerden dinledikleri hikâyeleri ve destanları bir şekilde kendilerine uyarladılar. Gerçekte bizim de üzerinde duracağımız Çingiz-nâmelerin orijinal olduğunu bugün dünyadaki hiçbir tarihçi iddia etmiyor. Bunların çoğu insanlığın yaratılması, Nuh Tufanı, Oguz Han ve onun çocuklarının hikâyeleriyle başlar, sonra Çingiz’in atalarına işi bağlarlar. Onların hepsinde bir Türk tesirinin varlığı gözden kaçmamaktadır. Esasında Oguz-nâmelerin bir devamı gibidirler.

Çingiz’in soyu ve Mogol tarihinin geçmişi hakkındaki en temel kaynaklarımızın başında hiç şüphesiz, 1240’larda yazıldığı söylenen ve Moğolların Gizli Tarihi diye bilinen eser gelir. Burada Çingiz Han’ın ataları, onun ortaya çıkışı ve oğlu Ögedey’in kaganlığı devri özetle anlatılır.

Çingiz-nâme isimli eserin daha başlangıcında, Çingiz Han’ın atalarını Budist krallara dayandırması ise ilginç bir durum değildir. Çünkü bu yıllarda artık Mogolların büyük çoğunluğu, Tibetçe yüce manasındaki Lama kelimesinden gelen ve Tibetlilerin milli dini Bon ile Budizmin bir karışımı olan, yer ile gökte birtakım ilahların bulunduğuna kanaat getirilen Budistliğin Lamaizm tarikatını benimsemişlerdir. Orta Asya Türk tarihinin temel eserlerinden ve 13. asırda İlhanlı devlet adamı ve tarihçisi Alaaddin Ata Melik Cüveyni tarafından yazılan Tarih-i Cihan Güşa da Çingizli Devletinin ilk dönemleri hakkında çok zengin bilgiler verir. Cüveyni’nin, Çingiz ve onun oğlu Ögedey’e dair anlattıklarına baktığımızda, sanki bunların Müslüman olduğunu sanırsınız. Kendisi bir Mogol hanedanının hizmetkârıysa da, kitabında açıkça Mogol düşmanlığı yaptığı da gözden kaçmayan bir husustur. Bununla beraber 18 veya 19. asırda herhalde Altun Orda sahasında yazıldığını düşündüğümüz Londra’da bulunan bir Çingiz-nâme nüshasında da İslami unsurlar ağır basıp, Çingiz’in atasının Nuh’un oğlu Yafes’e dayandırılması da ilginçtir . Ayrıca Deşt-i Kıpçak tarihi hakkında tertip edilen 16. yüzyıl kaynaklarından Ötemiş Hacı Tarihi ile Anonim Şiban-nâme ve Ebu’l-gazi Bahadır Han’ın 17. asırda yazdığı Şecere-i Türk, Çingiz Han’ın soyunu Oguz Kagan’a götürüyor ki, bu da Çingiz’in kendisini Türk menşei ile irtibatlandırması ya da şecere yazıcılarının bu suretle onu bütün Türkistan ’da meşrulaştırmalarının delilidir . Tabiî ki bu çağa gelene kadar Mogolların esas kitlesini meydana getiren batı gruplarının Türkleşip, İslamlaşmasını da dikkate almak zorundayız. 17. yüzyılda Firdevsi’nin Şeh-nâme’sine karşı eserini kaleme alan Özbek yazar İmami’nin Han-nâme’sinde de ilginç bir Çingiz-nâme olduğunu görmekteyiz . Elbette bizim kullandığımız Çingiz-nâmelerin dışında da pek çok eser vardır.

Timuçin, uzun mücadelelerin ardından bütün Moğol aşiretlerini tek bir devlet çatısı altında toplamayı başardı. 1206’da Cengiz (Çingiz) Han unvanını aldıktan sonra 1209 yılına kadar sırasıyla Kırgız, Merkit, Nayman ve Uygurlar’ı idaresine aldı. Moğolistan’a tam anlamıyla hâkim olarak Cebe Noyan vasıtasıyla eski düşmanı Güçlüg’ün (Güçlüğ, Küçlük) yönetimine giren Karahıtay topraklarını ele geçirdi (1218). Cengiz Han’ın Kuzey Çin’de hüküm süren Kin Devleti’ne karşı başlattığı savaş ise ancak halefi Ögedey zamanında sona erdi (1234). Cengiz Han yaptığı idarî, içtimaî ve askerî düzenlemelerle kendisine nisbetle Cengizîler diye de anılan Moğollar’ı tarihlerinde ilk defa düzenli bir teşkilâta kavuşturdu ve onları cihan devleti telakkisiyle yeniden yapılandırdı. Moğol yazı kültürü de ilk olarak bu dönemde yaygınlık kazandı.

Karahıtay topraklarının ele geçirilmesi Cengiz Han’ı batıda Hârizmşahlar’a komşu yapmıştı. 1218 yılında 450 kişilik bir Moğol kervanının Otrar’da kılıçtan geçirilip mallarının yağmalanması ve gönderilen elçilerin de öldürülmesi üzerine Cengiz Han ertesi yıl güçlü bir orduyla Hârizmşahlar’a karşı sefere çıktı. Sultan Alâeddin Muhammed b. Tekiş, Moğollar’a karşı meydan savaşı vermek yerine ordusunu şehirlere taksim ederek savunma savaşı yapmayı tercih etti. Ancak önce Otrar ve Hucend, ardından Buhara ve Semerkant düştü. Bu durumda mücadelenin imkânsız olduğunu anlayan Alâeddin Muhammed, Horasan üzerinden Mâzenderan’a ve oradan Hazar denizindeki Âbeskûn adasına kaçtı; kısa bir süre sonra da öldü (Şevval 617 / Aralık 1220). Yerine sultan ilân edilen oğlu Celâleddin Hârizmşah yaklaşık on yıl boyunca Kuzey Hindistan, Irâk-ı Acem ve Azerbaycan’da başarılı bir şekilde mücadele verdiyse de çabaları Moğollar’ı durdurmaya yetmedi. 617-618 (1220-1221) yıllarında Cebe ve Sübütay kumandasında gerçekleştirilen askerî harekâttan sonra Horasan üzerinden Irâk-ı Acem ve Azerbaycan’a giren Moğol müfrezeleri, Kafkaslar’dan Karadeniz’in kuzeyine geçtikleri zaman gerilerinde virane halinde bir ülke bıraktılar. Bu harekâtı 621’de (1224) yağma ve tahrip amaçlı başka seferler takip etti. Nihayet Celâleddin’in son önemli direnişini de 625 (1228) yılında İsfahan şehri önlerinde kıran Moğollar, kendi hâkimiyetlerini tanıyan Fars Atabegleri idaresindeki Güney İran dışında bütün Orta ve Batı İran’ı yağmaladılar. Halkının önemli bir kısmını öldürüp harabeye çevirdikleri ülkeyi birkaç yıl kendi kaderine terkettiler.


Cengiz Han 1227 Ağustosunda öldükten sonra da Moğol İmparatorluğu’nun genişlemesi durmadı. Onun halefi Ögedey Han zamanında (1227-1241) Çin’in önemli bir kısmı ile Kore zaptedildiği gibi batıya seferler düzenlemekle görevlendirilen Curmagun, İran ve Azerbaycan’daki Moğol hâkimiyetini daha da güçlendirdi. Ögedey’in oğulları Güyük (Göyük) ve Kada’an başta olmak üzere pek çok şehzadenin katıldığı, Cuci’nin oğlu Batu kumandasındaki bir ordu ciddi bir direnişle karşılaşmadan Doğu ve Orta Avrupa’yı istilâ etti (1237-1241). 639 (1241-42) yılında Afganistan’a gönderilen Tair Bahadır kumandasındaki bir ordu da Herat, Sîstan ve Lahor’u ele geçirdi (Cûzcânî, II, 163-164).

XIII. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Moğol İmparatorluğu artık tek bir merkezden yönetilemeyecek kadar büyümüştü. Cuci’nin oğlu Batu, Cengiz Han tarafından yapılan taksimata dayanarak babasının hissesine düşen Deştikıpçak’a hâkim oldu. Ögedey’den sonra idareyi nâibe sıfatıyla karısı Töregene Hatun ele aldı (1241-1246). Daha sonra tahta çıkan Güyük Han (1246-1248) Batu ile mücadeleye hazırlandığı sırada öldü. Mengü Han (1251-1259) tahta çıktığında kardeşi Kubilay’ı Çin’e gönderirken diğer kardeşi Hülâgû’yu da “ilhan” olarak İran, Irak, Suriye, Mısır, Kafkasya ve Anadolu’ya tayin etti. Başlangıçta idarî zorunlulukların gerektirdiği bu taksimat, hânedan içerisindeki anlaşmazlıkların artmasına paralel olarak Moğol hâkimiyetinin zamanla birbirinden bağımsız parçalara ayrılmasına zemin hazırladı.

Hülâgû’nun 653 (1255) yılında Ceyhun’u geçerek Horasan’a girmesiyle Yakındoğu’da Moğol hâkimiyetinin ikinci devresi başladı. Hülâgû önce 654’te (1256) Alamut’u ele geçirip buradaki İsmâilî hâkimiyetine son verdi ve kale halkını tamamen yok etti; iki yıl sonra da Bağdat’a girerek Abbâsî hilâfetini yıktı. Böylece Hazar denizinin güney sahilleri hariç bütün İran’da siyasî birliği yeniden tesis etti. Ardından askerî harekâtı Suriye üzerine yönlendirdi. Ancak Suriye istikametindeki Moğol ilerleyişi ilk defa Memlükler tarafından 658 (1260) yılında Aynicâlût Savaşı ile durduruldu; Abaka (1265-1282) ve Gāzân Han (1295-1304) zamanındaki yeni teşebbüsler de başarısız kaldı. Moğol yayılması, batıda Anadolu Selçukluları’nın Kösedağ Savaşı sonucu tâbi devlet konumuna gelmesiyle (641/1243) Bizans sınırlarında sona erdi. Bununla birlikte İran, Azerbaycan, Anadolu ve Irak’ın idaresi yaklaşık bir asır boyunca İlhanlılar’ın hâkimiyetinde kaldı.

Doğu’da Cengiz Han zamanında başlayan Çin istilâsı Ögedey ve Mengü Kağan tarafından devam ettirildi. Kubilay Kağan (1260-1294) çetin savaşların ardından nihayet bütün Çin’i ele geçirdi. 1264 yılında başşehrini kendilerinin Hanbalık dedikleri, Çin hükümdarlarının oturduğu Chungtu’ya (İslâm kaynaklarında Çünkdû, Pekin) taşıdı. Kubilay, Sung hânedanına son vererek Yüan hânedanının kurucusu oldu. Ardından Moğol hâkimiyetini Japonya, Çinhindi ve Cava’ya (Java) yaymak için faaliyete geçtiyse de başarılı olamadı. Çin’de hüküm süren Moğollar, Kubilay Kağan’dan itibaren yerli kültürden önemli ölçüde etkilendiler.

XIII. yüzyılın ikinci yarısında merkezî Moğol hâkimiyetinde parçalanmalar oldu. Bu parçalanmayı Cengiz Han’ın torunları arasındaki iç savaşlar takip etti. Abaka, Argun, Gāzân ve Olcaytu zamanlarında İlhanlılar, Azerbaycan hâkimiyeti için Kafkaslar’da Altın Orda, Horasan hâkimiyeti için de doğuda Çağataylılar ile mücadeleye girdiler. Bu iki hanlık zaman zaman ciddi istilâ teşebbüsleriyle İlhanlılar’ı daima tehdit altında tuttu. Yakındoğu’da Altın Orda-Memlük ittifakı İlhanlılar’ın dikkatini tek bir tarafa yönlendirmesini önledi. Orta Asya’da ise Ögedey’in torunu Kaydu ile Büyük Han Kubilay arasında şiddetli savaşlar cereyan etti. Gāzân Han zamanında İslâmiyet’in kabulüyle (1295) İlhanlılar büyük hanlardan koptu.

Dışarıda tabii yayılma alanlarına ulaşan Moğollar, içeride yerleşik coğrafyaya hâkim olan savaşçı bir göçebe topluluğun karşılaşacağı bütün sorunları kuvvetle yaşadı. Vergi, muhasebe ve maliye alanında belli bir sistemin tesisi uzun zaman aldı ve bu sistem ancak köklü bir bürokrasi geleneğine sahip yerli (Çin, Uygur ve İranlı) unsurların eliyle kurulabildi. Bununla birlikte harabeye çevrilen çok geniş bir coğrafyada istikrarlı bir ekonomik sistemin kurulabilmesi ancak ciddi sorunların çözülmesine bağlı idi. Bu yöndeki bazı gayretlere rağmen Moğol hükümdarları istilânın ortaya çıkardığı köklü sorunları çözmede başarılı olamadılar. Moğol idaresi daha önce etnik, siyasî, idarî, iktisadî ve dinî olarak farklı teşekküllerin elinde bulunan ve istilâ ile harabeye dönen geniş coğrafyada ortak bir sistem kuramadı.

Başlangıçta şamanist olan Moğollar müslüman ve hıristiyan milletlerle ilk defa istilâ sırasında karşı karşıya geldiler. Kendilerini savaş sırasındaki azgınlıklarının tesirine kaptırmadıkları zaman diğer din ve inanç mensuplarına büyük bir hoşgörüyle yaklaşırlardı. Din adamlarının tartışmalarını ilgiyle takip eder, onları vergiden muaf tutar ve ibadetlerini tam bir özgürlük içinde yapmalarına izin verirlerdi. Mengü Han’ın sarayında Budist ve hıristiyan rahipleriyle müslüman din adamları her zaman himaye edilmiştir. Onun devrinde Tibet’in “lama” denilen rahipleri Budizm’in Moğollar arasında yayılmasında etkili oldu. Güyük Han’ın Hıristiyanlık hakkındaki kanaatleri olumluydu ve onun hükümet işlerini iki hıristiyan devlet adamına bırakması yüzünden müslümanlar büyük sıkıntılara mâruz kalmışlardı. Eşi sonradan hıristiyan olan Hülâgû ve Argun Han gibi bazı İlhanlı hükümdarları döneminde de müslümanlar zulüm ve haksızlığa uğramışlardır. Abaka Han ise Avrupa hükümdarlarına elçiler göndererek onları müslümanlar aleyhinde bir ittifaka teşvik etmiştir. Doğuda Kubilay Han Nestûrîliği ve Budizm’i desteklerken İslâmiyet’e şiddetle karşı çıkmıştır. Ancak bu olumsuz şartlara rağmen İslâmiyet istilâcı Moğollar arasında Hıristiyanlık’tan daha fazla kök salmış ve galipler zamanla müslümanların dinini benimsemiştir. Bu hususta Moğol-Türkmen yakınlaşmasının ve İran kültürünün etkisi büyüktür. Moğollar’ın Budist ve hıristiyanlara olduğu gibi Şiîler’e de hoşgörülü davranmaları İran’da Şiîliğin yayılmasını büyük ölçüde etkilemiştir.

Göçebe bir gelenekten gelen Moğollar hükmettikleri coğrafyalarda yerleşik kültürlerin etkisine girmekte gecikmediler. Doğuda Kubilay’ın Moğollar’ı kısa sürede yerli halk tarafından özümlenirken batıda İlhanlılar bürokrasi ve idarî alanda yavaş yavaş İran geleneklerini benimsediler. Cengiz Han’ın ölümünün üzerinden henüz yarım asır geçmeden Berke Han zamanında (1256-1266) İslâmiyet Altın Orda Devleti’nin resmî dini haline geldi. Bunu, İlhanlılar’da Ahmed Teküder devrindeki (1282-1284) başarısız denemenin ardından hânedanın en seçkin siması Gāzân Han’ın (1295-1304) İslâm’ı kabulü ve içtimaî, idarî ve iktisadî sahalarda yaptığı reformlar takip etti. Doğudaki büyük han Kubilay Kağan’ın ölümünden (1294) sonra artık akrabalık derecesi oldukça zayıflayan amcazadeleriyle tâbiiyet bağlarını koparan Gāzân Han, İran’da bozkır geleneklerinin yanında İslâmî ve İranî temellere dayanan bir devlet düzeni oluşturdu. Halka karşı Moğol emîrleri ve vergi tahsildarlarının yaptığı zulmün önüne geçmek istedi. Gāzân’ın çabaları Yakındoğu’da bulunan Moğollar’ın yerleşik kültürle temasını hızlandırdı. Tarihî kaynaklarda Gāzân, Olcaytu (1304-1316) ve Ebû Said’in (1317-1335) Moğol yazısının yanı sıra Farsça’yı da bildikleri kaydedilmektedir (Reşîdüddin Fazlullāh-ı Hemedânî, II, 1337; Vassâf, s. 617; Abdullah b. Ali el-Kâşânî, s. 17).

Kısa sürmesine rağmen Moğol hâkimiyeti Yakındoğu’da pek çok olumsuz iz bırakmıştır. İstilâ sırasında Mâverâünnehir, İran, Irak ve Anadolu şehirleri büyük zarar görmüş, kaynakların rivayetlerine göre milyonlarca insan öldürülmüştür. Tarihçiler arasındaki yaygın kanaate göre İslâm tarihinde Moğol istilâsı ile mukayese edilebilecek başka bir felâket yoktur. Moğollar İslâm kültür ve medeniyetini çiğneyip tahrip etmişler ve İslâm ülkelerini harabeye çevirmişlerdir. Mescidler ahır haline getirilmiş, mushaf sayfaları hayvanların ayakları altına serilmiş, İslâm kültür mirasına dair kıymetli eserler yakılmış veya nehirlere atılmıştır. Bu istilâyı bizzat yaşamış kişilerle görüşen Ortaçağ’ın en güvenilir tarihçilerinden İbnü’l-Esîr, Tatar istilâsının Hz. Âdem’den beri insanoğlunun mâruz kaldığı en büyük felâket olduğunu ve Buhtunnasr’ın İsrâiloğulları’na yaptığı katliamla Kudüs’teki tahribatın bu korkunç musibetle asla karşılaştırılamayacağını söyler (el-Kâmil, XII, 316-317).

Moğol istilâsı Çin, Orta Asya, Yakındoğu ve Doğu Avrupa’nın etnik ve kültürel yapısının yeniden şekillenmesinde önemli rol oynadı. Özellikle Türk dünyasının etnik yapısı kökünden yıkıldı; Uygur, Karluk, Kıpçak gibi Türk kavimleri parçalanıp Moğol topluluklarının alt tabakalarını oluşturdular. Irak bölgesi siyasal ve kültürel üstünlüğünü kaybetti; Memlük Türkleri sayesinde Mısır ve Suriye onun yerini aldı. Moğollar karşısında tutunamayan pek çok Türk boyu İran yaylası üzerinden Anadolu’ya göç etti. Yeni gelen kalabalık kitleler, uçlara doğru çekilip Anadolu’nun Türkleşmesi’nde ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılıp Türkmen beyliklerinin kurulmasında önemli rol oynadı. Türkmen kitlelerinin yanı sıra memleketleri yakılıp yıkılan pek çok İranlı da Anadolu’ya sığınarak Selçuklu Devleti’nin hizmetine girdi. Bu gelişmeler, XIII-XIV. yüzyıllarda Anadolu şehir hayatını İran kültür sahasının tesirlerine sokarken uçlarda da Türkmenler’in etkinliklerini arttırmasına zemin hazırladı. Öte yandan bütün Yakındoğu’da göçebe kültür ağırlık kazandı; Türk-Moğol giyim tarzı Moğol hâkimiyetine girmeyen Suriye ve Mısır gibi ülkelerde dahi taklit edildi. İstilânın meydana getirdiği karanlık tablo toplumun psikolojisini de etkiledi; bu etki insanlarda dünyevî hayattan kaçış şeklinde tezahür etti. Moğollar’ın zulüm ve baskılarına mâruz kalan halkın mistik eğilimleri yoğunlaştı; bu durum İslâm dünyasında aklî ilimlerin gerilemesine yol açarken dinî-tasavvufî hareketlerin güçlenerek gelişmesi için uygun bir zemin hazırladı.

Moğol hâkimiyeti, özellikle ilk yarım asırdaki katliam ve tahrip döneminden sonra Yakındoğu’da bazı olumlu izler de bıraktı. İlhanlı hâkimiyetinin merkezi olan Azerbaycan’da Gāzân Han zamanında Ucân ve Şenbigāzân, Olcaytu döneminde Rab‘ıreşîdî ve Sultâniye gibi yeni yerleşim merkezleri kuruldu. Bunun yanı sıra Tebriz ve Merâga gibi İlhanlı hükümdarlarının devamlı temas halinde bulundukları büyük şehirlerde önemli imar faaliyetleri yürütüldü. İran tarih yazıcılığının en büyük eserleri İlhanlı sarayı ile irtibatta olan tarihçiler ya da bu devletin hizmetinde çalışan bürokratlar tarafından kaleme alındı. İlhanlı vergi ve maliye usulü bu coğrafyada daha sonra kurulan mahallî idareler tarafından aynen benimsendi. Ön Asya’dan Çin’e kadar bütün toprakların bir tek devletin sınırları içerisinde birleştirilmesi, doğu-batı ticaretinin gelişmesi ve Çin kültürünün Yakındoğu’ya taşınması için zemin hazırladı. Bu dönemde pek çok eser Çince’den Farsça’ya çevrildi. Aynı tesirler başta minyatür olmak üzere güzel sanatlar alanında daha belirgin hissedildi. Moğol hükümdarları astronomi ilmine ilgi duydular ve bu yöndeki çalışmaları teşvik ettiler.

İslâm dünyasının en büyük rasathânelerinden biri olan Merâga Rasathânesi’nin yanı sıraTebriz’de de bir rasathâne kuruldu.İlhanlı Devleti, Ebû Said Han’ın 736 (1335) yılında vefatının ardından ortaya çıkan taht mücadeleleri neticesinde tarihe karıştı. Bu devletin yıkılmasından sonra Yakındoğu coğrafyasında siyasî hâkimiyet Celâyirliler, Karakoyunlular, Muzafferîler ve Horasan Serbedârîleri gibi devletler arasında paylaşıldı. Moğol hâkimiyeti Çin’de Kubilay’ın halefi Temür Ölceytü Kağan’ın (1294-1307) ölümünün ardından önemli bir varlık gösteremedi. Moğollar, batıda olduğu gibi bu coğrafyada da çok geçmeden yerleşik kültürün tesirine kapıldılar. XIV. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Moğol idaresi doğuda artık parçalanmanın eşiğindeydi. Yüan hânedanı, Togan-Temür’ün (Shunti) 10 Eylül 1368’de Hanbalık’ı terkederek Moğolistan’a çekilmesiyle son buldu.Yakındoğu’daki Moğol kabileleri İlhanlı Devleti’nin yıkılması üzerine ciddi sorunlarla karşı karşıya kaldı. İran coğrafyasında vuku bulan iç savaşlar Moğol bakiyesi kabilelerin gücünü tüketti. Azerbaycan ve Batı İran’da bulunan Moğol bakiyeleri XIV. yüzyılın sonlarına doğru yerlerini Karakoyunlu, Akkoyunlu ve

Osmanlı gibi Oğuz-Türkmen zümrelerine bırakarak yavaş yavaş tarih sahnesinden çekildi. Bununla birlikte Türkleşme sürecine giren bazı Moğol kabileleri İran, Azerbaycan ve Anadolu coğrafyasında önemli etnik, topografik ve filolojik izler bıraktı. Moğollar’dan Orta Kızılırmak vadisini yurt tutan ve XV. yüzyıl başlarında Timur tarafından Mâverâünnehir’e götürülen Kara Tatarlar dışındaki unsurlar yavaş yavaş yerli halka karışarak kayboldu.

Moğollar, XVI. yüzyıldan sonra anayurtları olan Moğolistan topraklarında muhtelif kabile ve kabileler federasyonu halinde çok defa birbirleriyle savaşarak yaşamaya devam ettiler. Kuzey Çin’deki Moğollar 1691’den itibaren Çinliler’in hâkimiyeti altına girdiler. Bu durum 1921’de Moğolistan Halk Cumhuriyeti’nin (1992’den beri Moğolistan Cumhuriyeti) kurulmasına kadar devam etti. Bugün Moğolistan Cumhuriyeti’nin yanı sıra Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu, Mançurya, Tibet ve Afganistan’da da az miktarda Moğol yaşamaktadır.

KAYNAK:
1-İslam Ansiklopedisi
2-İstanbul Üni,versitesi
TARİH LİSANS PROGRAMI PROF. DR. MUALLÂ UYDU YÜCEL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder