SULTAN 2. ABDULHAMİT HAN

Sultan El-Gâzi Abdülhamîd Hân-ı Sâni
(1876-1909 M./1293-1327 H.)

Sultan Abdülhamîd, Topkapı Sarayı'nda toplanan hükûmet erkânı, ulemâ ve askerî ricalden oluşan Umûmî Meclis’in huzûrunda okunan fetvâ gereğince, şer'an ve psikolojik rahatsızlığı sebebiyle tahttan indirilmesi ilân edilen birâderinin yerine, “meşrû ve tabiî vâris” sıfatıyla saltanat tahtına çıktı (31 Ağustos 1876/11 Şaban 1293 Perşembe).
Hiss-i İnkılâb yazarı bunun üzerine: “Yüce saltanat ve halifelik tahtı Babü’s-Saâde dairesi önüne çıkarılıp; mübârek Hırka-i Saâdet dairesinden Arz Odası’na dönmüş bulunan Osmanlıların gözlerinin ışığı ve Müslümanların gözlerinin nuru Sultan Abdülhamid Han efendimiz hazretleri saat beşi çeyrek geçerek (zevâlî saatle 12’de) tam bir şevket ve kudretle tahta oturdular ve protokol gereğince Nakîbü’l-eşrâf hazretleri bîat töreninin icrasına geçip ömür uzunluğu ve hükümranlığının açık bahtlı olması için dua törenini ifa etti, bundan sonra diğer bendeler dahi sırasıyla bîat resmini yerine getirmekte süratli davrandılar.” demektedir.
Aynı müellif, o sırada Topkapı Sarayı avlusunun “imparatorluk askerleri ve üç beş bin kadar da sâdık tebaa ve hizmetlilerle dolmuş” olduğunu kaydetmektedir. Cevdet ise “[V. Murad’ı] tahttan indiren kişiler devlet kapısına davet edilerek Kubbealtı’nda toplanan umumî mecliste Sultan Murad’ın şer’an tahttan indirilmiş olduğu ilân edildi ve Sultan İkinci Abdülhamîd hazretleri irs ve istihkak yoluyla saltanat tahtına oturtuldu.” demektedir.
Osmanlı hükümdarlarının 34'üncüsü olan yeni pâdişah, 34 yaşında tahta geçmiş ve bu da güzel bir tevâfuk sayılmıştır. Vâlideleri Tîr-i Müjgân KadınEfendidir. Ayşe Sultan, ninesi "Tîr-i Müjgân Kadın-Efendi'nin, Çerkeslerin Şapsığ kabîlesine mensup, inceliği, nezâket ve güzelliği ile meşhûr, yeşil elâ gözlü, açık kumral ve gâyet uzun saçlı, beyaz şeffaf tenli, nahîf endâmlı, çok güzel bir kadın olduğu söylenirdi." demektedir. Sultan Hamîd, annesini daha 11 yaşında kaybettiği için, Perestû Kadın-Efendi'nin analığına tevdî edilmiş ve bu hanım, Abdülhamîd Han’ın tahta çıkmasıyla "mehd-i ulyâ-yı saltanat", yâni Vâlide Sultan olmuştur.
Ayşe Sultan der ki: "Sultan Hamîd, tahta çıkışının ertesi günü analığının elini öperek 'Siz annesizliğimi bana bir gün hissettirmediniz; nazarımda öz vâlidemden farkınız yoktur ve mevkiiniz Vâlide Sultan mevkiidir; sarayda da vâlide sultanlığın bütün hak ve selâhiyetlerine sâhip olacaksınız; fakat devlet işlerine müdâhaleye kalkıp, şunun bunun himâyesini üzerinize almaktan, rütbe ve memuriyet heveslilerine aracı olmaktan kat'iyen çekinmenizi bilhassa ricâ ederim.' demiş, Perestû Kadın da ölünceye kadar babamın bu arzû ve irâdesine riâyetkâr kalmıştır."
Aynı kaynağa göre, Perestû Kadın-Efendi, Abdülmecîd Han'ın halası, Sultan Birinci Abdülhamîd'in kızı Esmâ Sultan tarafından alınmış olup, Çerkes Ubuh kabîlesi asilzâdelerinden birinin kızıdır. Çok zarîf ve nârin, aynı zamanda hareketli olduğu için, Farsça'da "Kırlangıç" mânâsına gelen "Piristu" adı verilmiş; sarayda bâzı kelimeleri değiştirerek söylemek âdet olduğundan "Perestû" diye anılmış; kimseyi zerre kadar incitmek istemez, işlere karışmaz, hak ve hakkaniyet arar, gâyet dindar ve mu'tekid olduğundan ibâdetle vakit geçirir, iyi ve yüksek ahlâk sâhibi, yoksul ve muhtaçlara yardımdan zevk alır, muhterem bir kadın olarak tanınmıştır. Sultan Hamîd'in islâmî, dînî ve beşerî duygularındaki yükseklikte, bu muhterem analığının da büyük bir hissesi olsa gerektir.
Yeni Sultan, şehzâdeliğinde çok ciddî bir tahsîl görmemişti. Hattâ İbnülemîn'e göre "okuma ve yazmadaki kudreti oldukça azdı." Bununla berâber onun, birâderi Sultan Murad'la birlikte Gerdankıran Ömer Efendi'den Türkçe, Ali Mahvî Efendi'den Farsça, Ferid ve Şerîf Efendilerden Arapça ve sâir ilimleri, Gardet'den Fransızca öğrendiği, Osmanlı târihini vak'anüvis Lûtfî Efendi'- den tahsîl ettiği, Guatelli ve Lombardi isimli iki İtalyan'dan mûsıkî dersi aldığı muhakkaktır.
Ali Emîrî Efendi yüce ve büyük ataları gibi şiir yazmağa da tenezzül buyurduklarını söyleyerek, hocası Lûtfî Efendi'nin hastalığı sebebiyle yazdığı "Haber-i inhiraf-ı tab'-ı şerîf; Oldu gâyet teessüre bâdi; Hak vire âfiyetle ömr-i dırâz; Bâ kemâl-i meserret-i şâdi" (2 Muharrem 1296) kıt'asını misâl göstermektedir. İbnülemîn bu kıt'anın Ali Mahvî Efendi'ye yazılmış olduğunu, esas nüshasının kendisinde bulunduğunu kaydetmekte ve Sultan'ın eseri olduğundan da şüphesini beyân etmektedir. Esâsen çok yüksek şiirî ve edebî bir kıymet taşımayan bu kıt'anın Sultan Hamîd'e âit olup olmaması münâkaşası, yapılan aleyhte propagandalar sebebiyle, onun bunu yazacak kudrete sâhip olduğundan bile şüphe edilmesindendir. Kendi yazmadığı bir şeyin altına imzasını koymağa tenezzül etmeyecek bir yaradılışta olan Sultan'ın, her halde bu kıt'ayı düzebilecek kaabiliyet ve mâlûmâtta olduğunu tasdikte zarûret vardır. Kızı Ayşe Sultan'ın kitabından, Hünkâr'ın Farsça olarak, harekeli ve imzalı bir kıt'asının fotokopisi daha vardır ki, evvelki kıt'anın da kendisine âit olduğunu gösterir bir delîl mâhiyetindedir. Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa hâtıratında "Abdülhamîd Fransızca'yı iyi anlardı; fakat kendisine mahsûs bir kibir ve azamet, daha doğrusu târize veya tenkîde uğramamak için hiç bir vakit konuşmazdı." demektedir.
Kabul törenlerinde bir Osmanlı hükümdarının Fransızca konuşmaması gâyet tabiî ve zarûrî bir millî vecîbe olmakla birlikte, Tahsin Paşa onun "Fransızca anladığını, fakat tekellüme alışmadığı için konuşmadığını" yazmaktadır. Sultan Hamîd'in en basit ve tartışılmaması gereken vasıfları üzerinde dahi beyazla siyah arasındaki fark misilli büyük kanaat ayrılıklarının bulunması, onun tahttan indirilmek gibi büyük bir belâya uğramış olmasıyla birlikte, 19. Asrın ilk çeyreğinde başlayan ve millî birliği sarsan bir seri inkılâp çılgınlıkları sebebiyle idârecilerle halk, aydınlarla ahâlî arasında ortaya çıkmış büyük îmân ve inanç zıtlığına dayandırılmalıdır. Sultan Hamîd, tıpkı Sultan Azîz gibi, millî kanaat ve inançlara yaslanmadan, değil hamle yapılacağına, devletin varlığının dahi muhâfaza edilemeyeceğine inanmış bir hükümdardır.
Bu sebepledir ki, devletin aslî unsuru olan müslüman tebaanın hükûmetteki rolünü ve hâkimiyetini hiç mesâbesine indiren ve yabancı devletlerin türlü siyasî ve iktisadî faydalar için telkîn ettikleri Tanzîmat oyunlarına ve müdâhalelerine sırt çevirmiş; onları büyük politik zekâsıyla tesirsiz hâle getirmeğe çalışmıştır. Bu sebeple, kendi müslüman ve muhâfazakâr tebaasının tabiî ve sembol lideri hâline gelmiş; hattâ batı devletlerinin sömürge hâline getirdiği İslâm ülkelerindeki bütün Sultan II. Abdülhamid Han kavimlerin, en büyük siyasî ve dînî şefi ve kurtarıcı şahsiyeti mevkiine yükselmiştir. 33 sene süren sultanlığı ve hilâfeti zamânında hemen bütün tebaası ve dış müslüman kamuoyundaki sevgi o kadar fazla olmuştur ki, bir avuç subay ve aydın grupla gerçekleştirilen darbeyle tahttan indirilişinden sonra, onun kazandığı bu mânevî nufûz dağıtılmak istenince, aynı derecede büyük yalan ve iftiralara başvurulmak zarûreti duyulmuştur.
Yerine geçen zihniyetin iktidarda kalabilmek için giriştiği bu kötüleme kampanyası, Sultan Hamîd'in uyandırdığı sevgi derecesinde büyük olmuş ve aklın alamayacağı derecede çılgınca iftira ve tasavvurlara kadar uzanmıştır. Büyük hükümdarın, kendi içine kapanık, münzevî, son derece zekîce, hattâ çok ince bir dehânın mahsûlü olan siyasî, medenî silâhları ve uzun saltanatı boyunca ektiği tohumlar o kadar tesirli olmuştur ki, muhâliflerini derin bir şaşkınlığa uğratmış; çılgınca tutumlara sürüklemiştir. Onun muhâlifi olan dış ve iç zihniyet, geçici bir başarı kazandıktan sonra çok fecî bir hüsrana uğramış ve bu hüsran günümüze kadar sürüp gelmiştir. İşte Sultan Hamîd'in bugün dahi serinkanlılıkla muhâkeme edilememesinin, hâlâ çok farklı ve birbirine zıt kanaat ihtilâflarının konusu oluşunun sebebi bu olsa gerektir.
İftiralar... Suçlamalar... Pişmanlıklar... Yüceltmeler... Hükümdar'ın indirilmesinden sonra başlayan devirler o derece dehşetli bir baskı ve tazyike sebep olmuştur ki, kendi yakınları ve nimeti ile beslenmiş olanlar bile aleyhinde bulunmuşlar ve tahtından indirilmiş sultana "Ben kime iyilik ettimse fenâlık gördüm." dedirtecek kadar ruh sefâleti göstermişlerdir. Dâmâd Şerîf Paşa, İbnülemîn'in naklettiği bir yazısında bunları dile getirerek şöyle demektedir: “İndirilme olayından sonra aleyhinde gerek kasıtlı olarak, gerek bilmeden yapılmış olan asılsız suçlamalarla âlemin kulakları dolduruldu. Hükümdarlığı zamanında enderun ve bîrunda bulunan birçok rical, durumların ve olayların iç yüzlerini tamamıyla bildikleri halde içlerinden biri çıkıp da suçlamaları yalanlama ve durumların hakikatlarını aydınlatma ve geçmişteki nimetlerin hakkını verme ve hamiyet ve insanlık görevlerini yerine getirme cesaretini gösteremedi. Tam tersine, doğrudan doğruya kendisinin nimetleriyle gözü açılmış kimselerin ‘hâtırât’ adıyla meydana koydukları eserler, sadece yeni dönemin nufûz ve ikbal sahiplerine hoş görünmek için Hamîd devrini tenkid eden, horlayan ve sorumluluğun tümünü oraya yükleyerek geçmişteki kabahatlarını örtbas eden ve şahsî menfaatlarını koruma isteğiyle yazılmış yanıltmacalardan ibarettir.”
İşin garibi, memleket dâhilinde ihtilâle cür'et etmiş ve bir çok Türk'ün kanına girmiş olan Ermeni komitacılarının isyanını bastırdığı ve devlet bütünlüğünü muhâfaza ettiği için Albert Vandal'ın ortaya attığı "Sultan Rouge" tâbiri, Jön Türklerce tercüme edilip "Kızıl Sultan" diye kullanılmış ve bu, maalesef mektep kitaplarına kadar girmiştir. Şu tâbir, Sultan'ı ve rejimi devirmek için Anadolu'yu bölme gâyesindeki Ermeni komitacılarıyla bile işbirliği yapmaktan çekinmeyen Jön-Türk gürûhunun idrâk zayıflığına, ithal malı fikirlere düşkünlük ve tutkunluğuna da delîl teşkîl etmektedir. Jön-Türk gürûhunun düşüncedeki zavallılığı ve hıyânete kadar varan basîretsizliği şu tâbirin bolca kullanılışıyla da sâbittir. Sultan Hamîd aleyhinde, batıda kullanılan bâzı alçakça tâbirler daha vardır. Bir ara İngiliz başvekilliğine bile geçen meşhûr demagog Gladstone "Koca Kaatil", Clemenceau nâmındaki cüce politikacı da "Yıldız Canavarı" unvanlarını bulabilmişlerdir. Beynelmilel siyâsette söz sâhibi olan veyâ olacak olan politikacıların, velev en nefret ettikleri bir kimse olsa bile, büyük bir devletin reîsine bu tarzda hitâb etmeleri, en hafif tâbiriyle, mesleklerindeki cüceliklerini gösterir. Buna mukabil batıda, Sultan Hamîd'in siyasî zekâsını takdîr edenler de bir haylidir. Lord Beaconsfield (D'israeli)'ye göre: "Abdülhamîd ne sefîh, ne müstebid, ne mutaassıp, ne de müfsid bir adam değil, âdil ve memleketini, milletini seven bir hükümdardı."
Huntington'a göre "Bosfor'da oturan ihtiyar tilki, dünya çapında bir siyasî" idi. İngiliz sefîri O'Connor'a göre "Avrupa'da barışı koruyan adamdı." Lamouche'a göre "Hodbin olmakla berâber zekî, kurnaz ve gâyet çalışkan"dı. Joan Haslip'e göre "Kendisi aslâ câni ve zâlim değildi; târih bir gün onun, dâima milletinin saâdeti için çalıştığını yazacaktır." Yine bir İngiliz sefîri olan Layard'a göre "Çok sevimli, iyi niyetli, doğru sözlü, nâzik ve insanî duygularla mücehhez, tebaasının hayrı için elinden gelen her şeyi zevkle yapmaya hazır bir kimse olarak görünüyordu."
Onun hakkında ancak vefâtından sonra ve yakın zamanlarda oldukça tarafsız şekilde kalem oynatılabildi. Abdurrahman Şeref onun vasıflarını şöyle dile getirmektedir: “Osmanlı pâdişahlarının yaşlılık bakımından ikincisi, saltanatının uzunluğu bakımından dördüncüsü olan II. Abdülhamîd Hân’ın.. yüzünde ve bünyesinde Osmanlı hânedanına mahsus olan alâmetler iyice fark edilir ve görülürdü. Nitekim Centilo Bellini tarafından yapılmış olan Fatih’in tasvirinde sâbık Hakan’ın yüz hatları apaçıktır. Kendisi zekî ve hassas, programlı, her zamanki davranışları nâzik, ses tonunda özel bir yumuşaklığa sahip, efendilik ve saltanat ve hilâfetin onur ve izzetini tam bir kudretle yerine getirir, hizmetkârlarını hoşnud eder ve kendisiyle görüşen yabancıları tatlı dili ve nezâketindeki çekicilikle büyülemenin yolunu bilir, tehdidini hakkıyla yapmaya güç yetirir ve ihtiyaç duyduğunda şiddet göstermeğe veya öfkesini yatıştırmağa gücü yeterdi.” Kızı Ayşe Sultan bu tasvîre şunları eklemektedir: "Saçı ve sakalı koyu kumraldı; saçları tepeden dökülmüştü; etrafta gür saçları vardı; gözleri tahrirli yeşil ile mâvi arası elâ idi; kuvvetli zekâsını gösteren alnı açık ve yüksekti; dudakları ne kalın ne ince idi; yüzü beyaz ve pembeliğe meyyâldi, vücûdu yüzünden daha beyaz olup, âdeta fildişi gibi idi; sesi tatlı kalın ve gürdü; söz söylerken dinlemek zevki duyulurdu; fikirlerini ve merâmını fevkalâde bir ifâde ve nezâketle anlatmaya muktedirdi; hareketlerinde pâdişahlık vekar ve halâveti görülürdü; dâima sâde giyinir, âlâyişten hoşlanmazdı; griyi çok severdi; günde üç dört defa abdest alır, namazını muntazaman kılardı; seccâdesi Hereke fabrikasında yapılmış bir halı idi, ipekli üzerinde namaz kılmak câiz değildir derdi; bizim çok sâde ve kapalı giyinmemizi isterdi; cicili bicili şeyler giymemizi istemezdi." Ali Sâid Bey Saray Hâtıraları adlı kitabında husûsî halleri hakkında şu bilgileri vermektedir: "Rahmetli Hakanın utanması gâyet ağır bastığından duşda ve hamamda yıkanırken kimseyi nezdine kabul etmeyip, çamaşırını kendi çıkarır, kendi giyer imiş. Şu suretle Sultan Hamîd'in kimse tarafından üryân görülmediği ve hattâ çoraplarını dahi kimse nezdinde çıkarıp giymediğinden ayaklarının bile görülmemiş olduğu, senelerce husûsî hizmetinde bulunanlardan aktarılmıştır.
Sultan sabah namâzını ve Cenâb-ı Hak'dan mu'tâd olan niyâzı edâdan sonra kahvaltı edip ve kahvesini içip, bir gün evvelden birikmiş ve gece gelmiş ivedi evrakı okur ve incelemeğe koyulurdu. Tahta çıktığı günlerde bu gibi meşgâleler ender olurmuş; çünkü o zaman her işe bizzat müdâhale etmezmiş... Avrupa'nın resimli ve resimsiz meşhûr gazeteleri saraya gelirdi. Bunların içindekiler arasında Osmanlı hükûmetini ilgilendiren veyâhud o zaman cereyan eden mühim olaylardan bahseden maddeleri, tercüme edilip takdîm olunurdu.
Sultan Hamîd bunların hepsini dikkatle okur; tâkip edeceği hususları ayırırdı...Yabancılardan dahi, her yerde resmî, gayrıresmî ahbâb edinmiş idi; onlar tarafından haber verilmiş ve hatırlatılmış husûsları daha ehemmiyetle tedkîk eder, îcâbı ne ise yapar, yaptırır, elbise, silâh, teknik edevat katalogları getirtir; o kadar uğraşlar arasında onlara da bakar; yerli gazeteleri de gözden kaçırmaz; kısaca, insan kudretinin yetişemeyeceği surette muhtelif uğraşlar, işlerle her gün, programlanmış olan vaktinde uğraşmayı alışkanlık edinmişti... Yabancılara hediye ettiği ağır kıymetli hediyelerle yapılan yanlışlıkları ve hatalı durumları kurtarmış ve netîcede, aleyhinde bulunanları ihsân ve hediyeleriyle kazanmış ve kendi istediği yöne çevirmişti... Pek çok yabancı basın organını hükümdarlık kesesinden örtülü ödeneklerle elde tutardı...
Oruç ayında Yıldız Sarayı, İslâmiyetin mukaddes yolunu özel şaşaasıyla gösterirdi... Hıdrellezde İstanbul'da hazır bulunan bütün imparatorluk askerlerine dahi kuzu dolması ve helvâ dağıtılırdı ki, masrafları padişahın bütçesinden verilirdi... Aşûra gününde Yıldız meydanına kazanlar konulup aşûra pişirilir ve akşama kadar herkese dağıtılır, askere de pişirilirdi...
Sultan Hamîd, şerîat-ı garrâ-yı Muhammediye'ye gâyet riâyetkâr idi. Beş vakit namazını vaktini geçirmeksizin edâ ederdi. Saltanatı boyunca, böbrek hastalığına dûçâr olduğu vakit, yalnız bir cuma nâmazını terke mecbûr kalmıştır. Ramazan aylarında, sağlığı bozuk olduğu halde dahi oruç tutmadığını kimse görmemiştir. Kendi sadaka olarak dağıttıkları ve ikram olarak verdikleri, mallarının zekâtı idi. 'En-nâsi alâ dîn-i mülûkuhüm= Halk idarecilerinin dini üzeredir.’ kavli üzere, Yıldız Sarayı'ndaki maiyetinde bulunanların çoğu namaz kılar ve aralarında oruç bırakmaya cür'et eden kimse bulunmazdı...
Sultan Hamîd her harekâtını İslâm şeriatına uygun olarak yapmaya alışık bulunduğundan, yapıp yapmamakta tereddüt ettiği hususları özel surette ilim ve fazlına inandığı kişilerden sorup öğrenir, bir kişiye kalbini bağlamayıp, bir kaç kişiden durumu sorardı. Fıkıhtaki ilmi dünyaca bilinen Meclis-i Tahkîkat-ı Şer'iye reîsi Oflu Mahmud Efendi onun problemlerini çözen kişi idi. Yaptığı her işin Muhammedî şeriata uygun olduğunu ve İslâm dininin güzel işlerden ibâret olduğunu söylermiş. Her namazda abdest tazelemek alışkanlıkları imiş. İçkiden nefret eder oldukları gibi içenleri de pek sevmezlerdi...
Askeriyeye milyonlarca mavzer, yüzlerce seri ve mükerrer ateşli topları dahi onun tedârik ettiğini, düşmanları da tasdîk ve takdîr etmeğe meyillidir zannederim. Büdce denkliği sağlanamamasından (me'mûrlara ve subaylara) umûmen senede 6-7 maaş verilebilir idi. Lâkin askerî zâbitlere tayınlar veya bedelleri muntazaman verilir, asker âileleri sıkıntıdan uzak yaşarlardı ve hattâ bazılarına fazla gelen tayınâtı sattırırlar, nakde çevirirler idi ki, kısmen zâbitânın harçlığı sağlanmış olur idi... Sultan Abdülhamîd Han, amcası Abdülazîz Han gibi arapçadan icazetli (mezun) değil idi...
Orta boylu, vücûdunun üst kısmı alt kısmından uzun, göğsü geniş, omuzları kalkık, boynu omuzlara biraz gömülmüş, başı büyücek ve ön tarafı geniş; şakakları ve yanakları az batıkça, burnu hânedana mahsûs gaga biçiminde, vücûdu fazla yağlardan arınmış fakat sağlam yapılı, sadâları kuvvetli ve gür, anlatımı tane tane ve sâkinâne idi. Tebessümü çok ise de kahkaha ile güldükleri işitilmemiştir. Boyu biraz eğrice; yürüyüşü huyu gibi vakarlı ve yavaş olup, huyunun inceliği ile berâber her hâlinde ve tavırlarında bir heybetlilik görülmüş olurdu... Sultan Hamîd bir olayın ortaya çıkışına kadar vehim ve telâşa düşer de olağanüstü bir olay karşısında bulununca aslâ umutsuzluğa düşmezdi." Dâmâd Şerîf Paşa'nın Sultan hakkındaki kanaat ve müşâhedeleri de bu hükümlere yakındır: "Cesûr, oturaklı ve vakur idi. Huyca vehimli ve vesveseli olmakla berâber, tehlike karşısında olağanüstü metânet gösterirdi. Olmadan evvel tehlikeli işlerden, olaylardan endîşe ederdi. Görüşü ve fikri sağlamdı. Dışarıyla ilgili meselelerde görüşleri çok isabetliydi. İç işlerinde kötülük isteyenlerin ve nifakçıların telkinleri ile zihni bulandırılmadığı takdirde, en mâkul tedbirleri derhal bulurdu... Her ne kadar düzgün şekilde tahsîl görmemişse de olağanüstü zekâsı ve kavrayışında sür’at olup, yaradılış olarak vehimli ve vesveseci idi...
Siyasi işlerde doğuştan ustalığa sahip ve Avrupa devletlerinin ilişkilerinden ve yazışmalarından muntazaman haberdar olarak, aradaki rekabet ve karşılıklı çekişmelerden faydalanma çârelerini pek âlâ kavramış bulunduğundan, devletin dış işleriyle ilgili yazışmalarını bizzat yönetip memleket ve millet aleyhine saldırıya geçilmesini önlemeye çalıştı... İngiltere sefîri O'Connor -ki pâdişahla arası iyi değildi- Teşrîfât-ı Umûmiye Nâzırı Gâlib Paşa'ya 'Pâdişahın ömrünün devamına dua etmek, hem Osmanlı milletinin, hem Avrupa milletlerinin üzerine düşen bir görev olduğunu, çünkü genel bir savaş çıkmasına ancak onun mâni olduğunu' söylediği Gâlib Paşa'dan işitildiği gibi, Balkan Muhârebesi'nden sonra Yunan Kralı I. Georges ile Bulgar Kralı Ferdinand'ın, Sultan Abdülhamîd saltanat makamında bulunmuş olsa aralarında anlaşma imkânı olmadığını beyan ettikleri, olaylarla ilgili belgelerde görüldü.” Ahmed Refik, onun hakkında siyasî atmosferin zorlaması sebebiyle pek aleyhdar yazılar düzmüş olmasına rağmen, "Abdülhamîd-i Sâni'nin Naaşı Önünde" adlı makaalesinde "Sultan Hamîd, son dakîkalarına kadar kendini kaybetmemişti; hattâ vasiyet etmişti: Göğsüne ahidnâme duâsı konacak, yüzüne Hırka-i Saâdet destmali ve Kâbe örtüsü örtülecekti...
Bu vasiyet harfiyen icrâ edildi." demektedir. Bu, kendisinin, İslâm dinine ne derece samîmî bir aşkla bağlı olduğuna ve rûh disiplinine delâlet eder hallerdendir. Sultan II. Abdülhamîd Han Nedense onun "Vehim ve vesvesesine" pek takılan İbnülemîn "Vazîfe-perverlikte, çalışmakta nâdirü'l-emsâl olduğu müsellemdir." demekte, Memduh Paşa da Hal'ler ve İclâslar'ında "İşten üşenmez, didinmekten bıkmaz, istirahat zamanları muayyen, yemek, uyku ve hamam vakitleri programlı idi...
Bedenî sıhhatına dâima itinâ ederdi. Vekillerden birini huzûruna kabûlünde ayakta bulunur, karşısına yakın oturtur; tevâzu' ve iltifat gösterirdi." diye yazmaktadır. Mâbeyn kâtipliğinde bulunmuş olan Nâmık Kemal-zâde Ali Ekrem "Doğuştan gelen olağanüstü zekâsıyla ve siyasetteki dehâsıyla Avrupa'yı parmağında oynattığını" ifâde etmekte, fakat vehminden dolayı tenkîdde bulunmaktadır. İngiltere donanma amiralliğinde bulunmuş olan Lord Ficher, Times'da neşredilen ve İkdam'da nakledilen hâtırâtında: "Üç sene süren Akdeniz Filosu amiralliğim esnâsında iki şahsiyete tesâdüf etmiştim: Sultan II. Abdülhamîd ve Papa XIII. Leon... Şahsen II. Abdülhamîd'e karşı derin bir hürmetim vardır. Halbuki bizim sefîrimiz, benim görüşüme katılmıyordu. Bu gibi işlerin özünü kavramış olanlar, Abdülhamîd'in bütün Avrupa'nın en usta ve hızlı düşünen diplomatlarından olduğuna hükmetmekte gecikmez." demektedir.
İkdâmcı Ahmed Cevdet, Fransız elçisi Bompard'ın hâtıratında "Sultan Abdülhamîd Han, kendisiyle oynanılır bir pâdişah değildir. Zamanında Avrupa'da onun kadar dış siyâsete âşina bir diplomat yoktu... Büyük ferâset sâhibi bir diplomat olduğundan, politika işlerini tehlikeli yerlerden geçmeyerek idâre ederdi." dediğini nakletmektedir. Mâbeyn kâtipliğinde bulunan eski Dâhiliye Nâzırı Ahmed Bey, onun "Kelimenin bütün mânâsıyla iffetli olduğunu, halîm, sabırlı ve rahîm bulunduğunu, kan dökmekten son derece çekindiğini, özel hayatında örnek gösterilecek derecede perhizkâr olduğunu" ifâde ederek, şöyle demektedir: "Dış işlerinde bakanlarının hepsinden üstün olduğu şüphesizdir...
Balkanlar'da dengenin korunması işindeki sürekli faaliyetleri de belirtilmeğe değerdir... Ona hiçbir zaman dost olmayan Times gazetesinin baş makalesinde 'Sultan Hamîd, Türkiye'nin başında olsaydı, Harb-i Umûmî'ye mahal kalmazdı.' meâlinde hakça bir söz bulunduğunu İsviçreli bir zâttan işitmiştim... Tahttan indirilmesinden sonraki kayıplarımızı, o zamanki hükûmetlerin birbirini ardınca ortaya çıkan idâresizliklerinden, cahillik ve gafletlerinden başka sebeplere bağlamak mümkün değildir... 1908 inkılâbı, koca bir imparatorluğu on sene içinde ufak bir hükûmet hâline getirdi."
İbnülemîn "Silâh atmada ve ata binmede pek mâhir olduğunu, '20 adım mesâfeden rovelver kurşunuyla ismini yazdığının' rivâyet edildiğini" ifâde etmektedir.
Ali Cevad Bey Fezleke'sinde "Aklen ve cismen kavî ve metîn, sâhib-i kıyâset ve fetânet, bir pâdişah-ı vakur idi." demektedir.


KAYNAK: Ziya Nur Aksun
                   Erol Kılınç

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder